Türkiye’de kadın mücadelesi, Türkiye’nin tarih sahnesinde çok önemli bir yere sahip ve aslında Osmanlı dönemine kadar uzanan bir geçmişi var. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, eğitimli Osmanlı kadınları ilk kez dergiler ve gazeteler aracılığıyla seslerini duyurmaya başladılar. Bu süreçte Fatma Aliye, Nezihe Muhiddin ve Halide Edib Adıvar gibi isimler öne çıktı. Kadınlar, eğitim, çalışma hayatı ve siyasal haklar için verdikleri mücadeleye Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeni bir ivme kazandırdılar. Özellikle 1930’da yerel seçimlerde oy hakkı ve 1934’te genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının tanınması, Türk kadını için gerçek bir dönüm noktası oldu.
Cumhuriyet döneminde kadın haklarına yönelik birçok reform yapılsa da, kadın hareketi hep devam etti; çünkü toplumsal cinsiyet eşitliği için verilmesi gereken daha çok mücadele vardı. 1960’lar ve 1970’lerde kadınlar, kamusal hayata daha fazla katılırken, işçi sınıfından kadınların sendikalaşma çabaları da önemli bir yer tuttu. Feminist hareketin temelleri bu yıllarda atılmaya başlandı ve kadınlar haklarını daha etkin bir şekilde savunmak için örgütlenmeye başladılar.
1980’ler ise Türkiye’de feminist hareket için tam anlamıyla bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül darbesinin getirdiği siyasal baskılar altında, kadınlar feminist örgütlenmeler aracılığıyla seslerini daha da yükseltti. Bu dönemde kadınların hem bedensel hem de toplumsal haklarını savunan gruplar hızla arttı. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı gibi kuruluşlar, kadına yönelik şiddetle mücadelede sembol haline geldi. Kadınlar sadece eşit haklar için değil, şiddete, tacize ve ayrımcılığa karşı da örgütlü bir şekilde mücadele etmeye başladılar.
1990’lar ve 2000’lerde, kadın hareketi özellikle kadına yönelik şiddet ve cinsiyet eşitsizliği konusunda önemli yasal düzenlemelerin yapılması için mücadele etmeyi sürdürdü. Bu yıllarda, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet, medya ve kamuoyunda daha fazla tartışılmaya başlandı. 2010’larda ise İstanbul Sözleşmesi’nin kabul edilmesi, kadın hareketi için önemli bir zafer gibi görünüyordu. Bu uluslararası anlaşma, kadına yönelik her türlü şiddeti önlemek için devletin sorumluluklarını net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Ancak 2021’de Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadın hakları mücadelesi açısından büyük bir geri adım olarak kabul edildi. Bu karar, kadına yönelik şiddetin arttığı bir dönemde alınmıştı ve toplumsal tepkilere yol açtı. Kadınlar, bu kararı kabul etmediklerini sokaklarda ve sosyal medyada direnişle gösterdiler. “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganı, bu mücadelenin simgelerinden biri haline geldi. Kadınlar, sözleşmenin iptaliyle haklarının daha da kısıtlandığını düşünüyor ve şiddetsiz, eşit bir yaşam için mücadeleye devam ediyorlar.
Bugün ise kadınlar sadece yasal haklar için değil, toplumsal ve kültürel dönüşüm için de mücadele ediyorlar. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, iş yerinde taciz ve cinsiyet eşitsizliği gibi sorunlara karşı örgütlenmeler güçleniyor. Kadınlar her alanda eşit temsil ve özgürce yaşama hakkı için direniyorlar. İstanbul Sözleşmesi gibi önemli yasal kazanımların korunması ve kadınların hayatlarının güvencede olması, aslında sadece kadınların değil tüm toplumun sorumluluğu olarak görülmeli.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” Kadın mücadelesi, aslında sadece bir hak arayışı değil; dayanışma ve direnişin de bir hikayesi.