Uğultulu Tepeler, Emily Brontë’nin 1847 yılında yayımlanan ve yazdığı tek roman olarak bilinir. Eserin özetine kısa bir bakış atmadan önce yazarımızın hayatına bir göz atalım: 30 Temmuz 1818’de İngiltere’nin Yorkshire bölgesinde doğmuştur. Hayatının büyük bir kısmını evinde geçirmiş ve tüberküloz hastalığına yenik düşerek hayatını kaybetmiştir. Yazarlık kariyeri kısa sürse de, “Uğultulu Tepeler” (Wuthering Heights) adlı kitabıyla tanınmış ve bu eser 1847 yılında yayınlandığında edebiyatta büyük bir etki yaratmıştır.
Eser, Wuthering Heights ve Thrushcross Grange, Yorkshire Dales’te yer alan iki malikanede geçer. Eser, gizemli Heathcliff adında bir adamın Catherine Earnshaw ile olan tutkulu ama yıkıcı aşkını ve bunun ardından meydana gelen sonuçları anlatmaktadır. Roman, sevgi, intikam, sosyal sınıf ve doğa ile insan arasındaki çatışmaları ele almakta ve karakterlerin kökenlerini ve olayların etkilerini zaman içinde takip ederek devam etmektedir. Heathcliff’in Catherine’ye olan saplantısı, ona karşı duyduğu derin acı ve kıskançlıkla birleşerek çevresindekilere felaket getirir. Karmaşık karakterleri ve güçlü duygusal anlatımıyla Emily, edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir. Roman, hem gotik öğeler hem de psikolojik derinliğe sahip olduğu için klasikler arasında farklıdır.
Emily Brontë’nin “Uğultulu Tepeler” eseri, edebiyat dünyasında benzersiz bir yere sahiptir. Bu kitabı okurken hissedilen duyguların karmaşası, okuru derin bir düşünceye sevk etmektedir. Kitabı okurken yaşanan sinir bozucu kısmı olaylardan çok karakterin derinliklerinden gelen bir hissiyat olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitaptaki tüm karakterler, insan doğasının karmaşıklığını ve kusurlarını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır. Hırs, tembellik, yobazlık, dik kafalılık, öfke ve intikam arzusu, bu karakterlerin kişiliklerinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta fakat ilginç bir şekilde, bu karakterlerin çoğuna nefret edilmemektedir. Joseph hariç; onu çoğu zaman dövmek isteyen okurlar da vardır.
Heathcliff, belki de romanın en tartışmalı karakteridir. Onun durumu, insanın doğuştan iyi ya da kötü olup olmadığı sorusunu sorgulatmaktadır. Heathcliff, yetiştiği şartlar ve etrafındaki insanların etkisiyle, kötülüğün pençesine düşmüş biridir. Kendi değerini bir zamanlar abartarak göklere çıkardıktan sonra, gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmakta. Bu yüzleşme, ona iyi davranan tek insan olan Catherine’e olan takıntısıyla birleşince, iki ailenin hayatını altüst eden bir trajediye dönüşmektedir. Onun bu durumu, nefret etmekten çok acıma duygusu uyandırmaktadır. Okuyucuları: Heathcliff, farklı bir ortamda büyüyebilseydi, tamamen başka bir insan olabilirdi, gibi bir düşünceye sevk etmektedir.
Karakterlerden Catherine, Linton, Isabella, Nelly hepsi içsel olarak karmaşık ve çatışmalı karakterlerdir. Yaptıkları eylemler sorgulanabilir, ancak onları anlamak için kendi yerine koymak gerekmektedir. Bu karakterlerin seçimleri, yalnızca kendi tercihleri değil, aynı zamanda büyüdükleri ortamın, yaşadıkları deneyimlerin ve karşılaştıkları zorlukların bir sonucudur. Bu noktada, Emily Brontë’nin karakter yaratımındaki ustalığını görmekteyiz.
Catherine ve kızını en iyi tanımlayacak cümle eserde; “Mothers and daughters existing as wretched mirrors of each other, I am all you could have been and you are all I might be,” (“Anneler ve kızlar, birbirlerinin sefil aynaları olarak varlar; ben senin olabileceğin her şeyim ve sen de benim olabileceğim her şeysin.”) şeklindedir. Bu cümle, anne-kız ilişkisini mükemmel bir şekilde özetlemektedir. Heathcliff, annesine yaptıklarını genç Catherine’e de yapma potansiyeline sahipti, fakat o, sonunda sevdiğine kavuşma fırsatı bulmuştur. Heathcliff ve Catherine gibi karmaşık karakterler, yalnızca öte dünyada bir araya gelebileceklerdir.
Bunların yanı sıra, Hareton ve Catherine Jr., bu karmaşanın bir adım gerisinde durarak, belki de huzuru bir şekilde yakalamayı başaracak karakterlerdir. Onların hikayesi, geçmişin izlerini taşırken, geleceğe dair bir umut barındırmaktadır. Bu durum, kitabın temel temalarından biri olan döngüselliği ve tekrar eden insan doğasını vurguluyor.
Sonuç olarak, “Uğultulu Tepeler” sadece bir aşk hikayesi değil, insan ilişkilerinin ve ruhsal karmaşaların derinlemesine bir incelemesidir. Emily Brontë, karakterleri aracılığıyla insan doğasının karanlık ve aydınlık yönlerini başarıyla gözler önüne sermektedir Her bir karakter, okurda hem nefret hem de acıma uyandırarak, kendi içsel çatışmalarımızı sorgulamamıza olanak tanımaktadır. Bu kitabı okurken, karakterlerle yaşadığımız derin duygusal etkileşim, onu edebiyat dünyasında eşsiz kılmaktadır.