Submarino; Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in 2010 yapımı filmidir. Vinterberg bu filminde, Avrupa sinemasının geleneği olan birey merkezli bir film icra ederken, diğer filmlerinde olduğu gibi, aile bağları, çarpık ilişkiler, travmatik olaylar üzerinde durmuştur. Jonas T. Bengtsson’un, Submarino adlı romanından uyarlanan filmin başrollerini iki erkek kardeşi canlandıran Jakob Cedergren (Nick) ve Peter Plaugborg (Nick’in kardeşi) paylaşır.
Yapım Aşaması ve Finansman Destekleri
Danimarka Film Enstitüsü’nün desteği olmadan çekilen bu film, ekibini ilk kez sinema alanında görev alan kadroyla oluşturulmuştur. İzledikleri bu yöntem sayesinde TV2’den kamu finansmanı almıştır. Avrupa Birliği’nin MEDIA programından 1.4 milyon kron destek alan yapım, Nimbus Film tarafından çekilmiştir. Filmin bütçesi yaklaşık 1.8 milyon krondur. Eleştirmen Ebbe Iversen, filmi şiddetli bir sosyal gerçekçi olarak değerlendirmiştir.
Konu
Neredeyse bütün filmlerinde yönetmenliğinin yanı sıra senaryo ekibinde de imzasını bulunduran auteur yönetmen Vinterberg, geçmişinde ailesiyle birçok anının üzerinde bıraktığı etkilerden dolayı filmlerinde sıklıkla aile ilişkilerini inceler. Özellikle erilliğin farklı formlardaki temsilleri üzerine senaryolar inşa eden yönetmen, bu filmin de sorumsuz bir annenin, iki erkek kardeşe onları hayatları boyunca takip edecek bir travmayı miras bırakmasını konu edinir. Submarino; mağdurun başının, kan ,idrar, tükürük gibi sıvıların bir kapa daldırılarak boğulmasına sebep olan işkence yöntemidir. Filmde tıpkı bu işkence gibi bizi toplum ve onu oluşturan aile kavramının zehirli ve bulaşıcı olabilecek çarpık döngülerine maruz bırakır.
Görüntü Ve Anlam
Koyu tonlarda renk kontrastları, filmin ağırlığını yansıtır niteliktedir. Filmin açılış sahnesi, devamında yerini bırakacağı koyu renklere göre süt beyazı tonlarında hikayedeki saflığın son temsili ile başlar.
Giriş
Muhtemelen üvey olan bebek kardeşlerini bir isim koyarak şereflendirmek, kendi dinlerine uygun olarak vaftiz etmek isteyen iki küçük kardeş; annelerinin ve daha doğrusu eksikliğini yaşadığı aile kurumunun yerini kendi kendilerine küçük yaşta doldurmaya çalışır. Yönetmen, filmin bu sahnesinden sonra bir daha bu kadar aydınlık ve temiz bir sahne göremeyeceğinin mesajını da verir adeta izleyicilere. Hayat kadınlığı yapan alkolik annenin eve geldiğini ilk gördüğümüz sahneden sonra, o bebek için artık sempati duygularımızın yerini endişe ve merak alır. Çocuklarının bakımını üstlenmek şöyle dursun altına kaçırmaktan bile kendini alıkoyamayan annenin yanında yaşayan bu üç çocuk için sabaha mutlu uyanmak sadece bir mucizeden ibarettir. Kardeşler her ne kadar birbirlerine ebeveynlik yapmaya çalışsa da, bizim bile bakarken donakaldığımız yüzü şişmiş bebeğin cansız bedenini görmekten kaçamayacaklardır.
Nick’in Hayatı
İki kardeşten büyük olan Nick, tahmin edeceğimiz üzere bu travmadan sonra depresif bir hayatın kollarına düşer. Yaşadığı yer de onun gibi hayattın silesini yemiş, kötü yollara sapmış, vadesini doldurmak dışında bir gayesi olmayanlarla dolu bir binadır. Odası içki şişeleri ve ağırlık aletleriyle dolu olan Nick, bu detaylardan da anlayacağımız gibi şiddete başvurmaktan çekinmeyen bir karakter olarak bizlere yansıtılır. Elindeki sargı ne zaman kanayacak diye beklemeye gerek kalmadan onu hep bir yerlere, birilerine vururken görürüz.
Bir diğer karakterimiz, alt katında yaşayan cinsel olarak ilişki kurduğu Sofie isimli kadındır. Tıpkı annesi gibi çocuğuna bakamayan, alkolik bir hayat kadınıdır. Bu nedenle onunla olan ilişkisinde, annesine olan nefretinin yansıması olarak aşağılayıcı bir üslup ve davranış biçimi sezinleriz. Anneliğini biraz da olsa yaşamak isteyen Sofie, oğlunu yaşadığı yere getirip Nick ile tanıştırır. Bu Nick’in, Sofie’ye olan davranışlarında bir kırılmaya sebep olsa da kaçırdığını öğrendiği çocuğun, kendi yaşadıklarını yaşamaması için polislere ihbarda bulunur.
Nick’in hayatındaki kişilerden biri de eski kız arkadaşının kardeşi olan Ivan’dır. Konuşması çocuksu ama davranışları insanlarda tedirginlik yaratan Ivan da toplumdan dışlanmış bir karakterdir. Kendi kız kardeşini taciz eden Ivan’a Nick, travmaları sebebiyle böyle olduğunu düşünerek olduğu acımayla yaklaşır. Onu topluma kazandırma, girdiği ortamlara sokma, bir kızla yakınlaşmanın eksikliğini çeken Ivan’ı Sofie ile tanıştırma girişimlerinde bulunur. Bu girişimlerin sonuncu, Sofie’nin ölümüne sebep olur.
Nick’in Kardeşi
Yaşanan trajik olaylardan sonra , Nick’in iletişim kurmaya çalıştığı kardeşinin hayatına çeviririz gözlerimizi. Nick’in kardeşi olarak gördüğümüz karakter, bizlere isimsiz olarak tanıtılır. Çocukken bile abisinin sözünden çıkmayan, uyumlu bir portre çizen kardeş, yıllar önce hayatını kaybeden eşinden sonra oğlunu tek başına büyütmeye çalışan bir babadır. Soluk benizi ve ifadesiz yüzü, bu kardeşin de travmatik geçmişinden nasibini uyuşturucu bağımlısı olarak aldığının bir ispatıdır ki gelecek sahnelerde onu, oğluna bakmak için uğraşırken bir yandan da vaktinin bir kısmını, koluna enjekte ettiği eroinle evinin tuvaletinde geçirirken görürüz.
Annelerinin ölüm haberini alan bu iki kardeş cenazede uzun süreden sonra ilk kez karşılaşır ve bu karşılaşma soğuk ve mesafelidir. Nick kardeşine, annesinden miras kalan parayı tamamen almasını ve bu parayı oğlu Martin için kullanmasını söyler. Bunu duyduğuna sevinen baba, oğluyla daha ilgili olmaya başlar fakat bağımlısı olduğu eroinin etkisinden çıkamaz. İşler tahmin edileceği üzere istediği gibi gitmez ve soluğu hapishanede alır.
“Bu kez bizim suçumuz değildi.”
Her ne kadar annesi gibi bir bağımlılığın pençesinde de olsa oğluna olan sevgisini her daim göstermekten çekinmeyen, onu saran bir babadır Nick’in kardeş. Bu noktada onun özverisini takdir edip, hapishanede oğluyla yaptığı telefon konuşmasını izlerken yutkunmakta güçlük çekeriz. Burada onu yalnız görmeyiz, abisi de onun kader eşlikçisi olarak karşı avlu koridorundadır. Sofie’nin ölümüne sebep olan Ivan’ın suçunu üstlenmek üzere ait olduğu yere, hapishaneye geri dönmüştür. Bu sahnede ikilinin ifadesiz bir karşılaşmasına değil, birbirini anlayan, ruhlarını bağlayan bir tebessüm eşliğinde bakışmalarına şahit oluruz. “Bu kez bizim suçumuz değildi.” der Nick’in kardeşi abisine.Kardeşinin Nick’e olan vedası, bir vasiyeti ve mirası da beraberinde getirir.
Filmin başından beri , yumruğunu sarılı bir bezle gördüğümüz Nick, acılarını bedeninde ve ruhunda taşımayı artık bırakmaya karar verir ve sargısını açar. Hastanede uyanınca gördüğü avukatı, bu eliyle cinayeti işleyemeyeceğini, bunun onu hapisten çıkarabileceğini söylediğinde, aklına o isim gelir. “Martin”
Yeğenini hapisten çıkıp, kardeşinin cenazesinde gördüğünde ona şunu der: “Sana bir gün isminin nereden geleceğini anlatacağım.” İlk sahnedeki saflığın sembolü olan küçük bebeğin başka bir bedende canlandığını anlayıp bir nebze olsun huzura kavuştuğumuzda, bir Vinterberg filminin sonuna daha gelmiş olur ve Nick’in Martin’in elini sıkıca tuttuğu gibi biz de yaşadığımız hayatlarımıza tutunmaya devam etmeye çalışırız.